"Derdini Marko Paşa’ya anlat” deyimi Türk halkı arasında oldukça iyi bilinir. Gençliğinden beri her türlü sosyal faaliyette ön sıralarda yer alan, elinden geldiği kadar herkesin yardımına koşmaya çalışan Marko Paşa hem doktor, hem ders nazırı, hem de Âyan Meclisi Üyesi sıfatıyla pek çok kimsenin derdini dinlemek zorunda kalmıştı. Böylece adeta bir dert babası haline gelmişti. Sanılanın aksine Marko Paşa aslında hukukçu değildi; sadece bilgili, çok sabırlı ve tanınmış bir hekimdi.
En önemli özellikleri “hazır cevap, mizahı seven, tıp öğrencilerine yardıma çalışan, hastaları uzun uzun sabırla dinleyen, dertlerine tıbbî yönden yardımcı olmakla birlikte onlara manevî huzur ve rahatlık vermeye gayret eden” bir kişi olmasıydı. Ayrıca halkın şikâyetlerini de dinleyen bir kişiydi. Dolayısıyla bu özellikleri sayesinde ünü halk arasında iyice yayılmıştı. Halk da “yakınmasını dinleyecek kimsenin olmadığını” vurgulamak için "Derdini Marko Paşa’ya anlat" sözünü söyler olmuş, bu da zamanla deyim haline gelmişti.
Marko Paşa belki de tıbbiyeden mezun olmuş en renkli simalardan ve kişiliklerden birisiydi. Halk arasında yanlış inanışların tesiriyle, bir zamanlar yaşamış devletin önemli mevkiindeki bir yönetici ya da hukukçuymuş gibi bilinmesine karşın aslında O, bir döneme imzasının atmış hekimlerimizdendi.
Bilinen Marko Paşa lakabının dışında tam adı Marko Apostolidis’dir. (Apustol Marko) Yunanistan’a ait Sira (Siros) adasında 1824 yılında doğdu. Daha sonra ailesi ile birlikte gittiği İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhane’yi (Askeri Tıbbiye) Tabip Miralay rütbesiyle bitirdi. Mezun olduğu yıl aynı okulda Cerrahi Kliniği Şefliğine atandı. (1851) İyi bir hekim olmasından ötürü Mirlivalığa (Tuğgeneral) yükseltilen ilk hekim olma hakkını kazandı. 1861’de Sultan Abdülaziz’in hekimbaşılığına getirildi. Bu görevini sürdürürken 1871 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhane’nin Nazırlığına (dekan) atandığında Ferik (Korgeneral) rütbesindeydi. Ölünceye kadar bu okuldaki yöneticilik görevini layıkıyla yerine getirdi. 1878’de Meclis-i Âyan üyeliğine seçildi. Hilâl-i Ahmer Cemiyetinin (Bugünkü adıyla Kızılay Derneği) Kırımlı Aziz Bey ile birlikte kurucularından birisi ve ilk başkanıydı. 1888 yılında İstanbul Burgaz adasındaki evinde vefat etti.
Apostolos oğlu Marko Pitsipios, nam-ı diğer Marko Paşa, ülkemizdeki iyilik meşalesini ilk ateşleyen isim olmuştur. Bugün dünyadaki en önemli insani yardım aktörlerinden biri olan Türk Kızılay’ın kurucusu, kırmızı hilalin banisi olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
Ortanca boyda, zarif vücutluydu. Bir kaza sonucu ayağının kırılması sebebiyle bir ayağı kısa olduğundan baston ya şemsiye ile yürür ve daima kılıcı belinde bulunurdu. Geniş bir fes giyer, yakasını açık bırakır, gösterişi sevmezdi. Aldığı Nişan-ı Mecidi ve Osmanî’leri takmazdı. Mütevazi bir hayat sürmüş, zamanının en iyi cerrahı ve nebatatçıları arasında gösterilmişti. Marko Paşa’nın giydiği elbise yahut üniformalarda cepleri daima dikili olurdu. Böylece ne kendisi o cepleri kullanabiliyordu, ne de başkası ona şantaj için bir yazı yahut başka bir şey koyabiliyordu.
Sultan Abdülaziz’in en meşhur saray başhekimi, Marko Paşa olmuştur. Saray başhekimliği görevine atanmasından kısa bir süre sonra tabip Marko Bey’e, Sultan Abdülaziz tarafından paşalık unvanı verilir.
Abdulhamid, Beylerbeyi Sarayında kaldığı bir sırada yanında bulunan kişiye, amcası Abdülaziz ve Marko Paşa’nın aralarında yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır;
“-Amcam, bütün bir yazı geçirmek için buraya nakletmişti. Tam, bahçe ve mehtap sefalarının en tatlı bir zamanında vücuduna bir kaşınma arız oldu. Amcam, evvelâ buna ehemmiyet vermedi. Fakat gün geçtikçe hastalık arttı. Tabii bütün doktorlar ne mümkünse yapıyorlardı. Bu kadar dikkat ve itinaya rağmen bu müziç (rahatsızlık verici) derde şifa bulamıyorlardı. Artık kaşınmadan, amcamın gözlerine uyku bile haram olmuştu. Malûm ya amcam, celalli bir adam, doktorları haşır haşır haşlıyor. Öfkesinden yanına varılmıyordu. Bu esnada mukarriplerinden (yakınlarından) biri, her şeyi gözüne aldırarak:
— Efendim, Marko Bey isminde bir doktor var. Müsaade buyurursanız bir kere de onu getirelim, demeye cesaret eder.
Fakat artık her şeyden ümidini kesmiş olan amcam öfkeyle:
— Çık dışarı, gözüm görmesin. Sizin de, doktorların da. Hepinizin Allah belâsını versin, diye huzurundan kovar. Kovar amma, biraz sonra da pişman olur. Zaten rahmetlinin hali öyle idi. Öfkesi, çok çabuk gelir, geçerdi.
Malûm ya, denize düşen yılana sarılır, amcam da biraz evvel terslediği o adamı tekrar huzura ister;
— Çağırın bakalım, o herifi de. Bir kere de derdimizi ona dinletelim, der.
Vakit gece yarısı, Hemen sarayın rıhtımında nöbet bekliyen Beş Çifte kayıklarından biri gönderilir. Makro Bey, yatağından kaldırılır. Yaka, paça edilir. Doğruca saraya getirilir. Uyku sersemliği ile neye uğradığını bilemeyen Marko Bey, kendisini birdenbire Sultan Aziz’in karşısında görünce fenalaşır, dili tutulur. Sorulan suallere cevap veremez olur. Amcam, doktorun maruz kaldığı bu dehşeti görünce, hemen karşısına oturtur. Kahve getirtir, teselli verir. Zavallı doktor da biraz kendine gelir. Doktor kendine gelince amcamı çırçıplak soyar, tepeden tırnağına kadar her tarafını güzel bir muayene yapar. O esnada amcam sorar, Doktor, hastalığın uyuz olduğunu anlar. Fakat Amcamın haşmet ve azameti karşısında buna birdenbire uyuz gibi pis ve menfur (iğrenç) bir kelimeyi söylemeyerek:
— Şevketlim. Hastalığınız, adi bir kaşınma illetinden ibarettir, der.
Bu kadar büyük doktorların bir türlü çare bulamadığı bu hastalığa karşı doktorun gösterdiği bu mühimsememezlik amcamın nazarı dikkatini celbeder (çeker).
Büyük bir ümitle:
— Bunca hekim derdimize derman bulamadı.
Haydi, bakalım, bir de sen marifetini göster, diye kendini teslim eder. Doktor hemen amcamı alır. Beraberce hamama girer. Evvelâ sıcak sularla yaralarını temizler, sonra da celbettiği (getirdiği) ilâçları sürer. Ancak sabaha karşı amcamı yatağına yatırır. Amcamı yatağına yatırır. Amcam birdenbire rahat eder.
Tam ertesi günü ikindi vaktine kadar mükemmel bir uyku çeker. Gözünü açar açmaz doktoru ister ve beyanı memnuniyet eder. Marko Bey üç gün üç gece sarayda kalır. Bizzat tatbik ettiği tedavi sayesinde amcamı bu pis hastalıktan kurtarır. Tabii dünyalar amcamın olur. Marko Paşa’ya:
— Sen, bayağı iyice bir hekim imişsin de bizim haberimiz yokmuş… Bugünden itibaren seni kendimize hekim yaptık. Üstelik paşalık verdik, der. Birçok in’am ve ihsanlarla (nimet ve lütuflarla) beraber, Kuruçeşme’nin karşısındaki küçük adayı da hediye eder.
O günden itibaren sarayda harem dairesinde kim hasta olsa, Amcam:
— Var, git. Derdini, Marko Paşa’ya anlat, dermiş.
Zaman geçtikçe bu söz, âdeta darbımesel (atasözü) haline gelmiş.