Dün bir dostumuz ziyarete geldi, Çay-çorba faslından sonra “Sendeki bu kitap merakını anlamakta güçlük çekiyorum, okumadığın, analiz etmediğin kitap kaldı mı?” diye sorduğunda kendisine “Sadece Türkiye’de basımımı yapılan milyonlarca kitap var, bizim okuduğumuz kitap sayısı bilemedin üç bin civarında, dolayısı ile henüz okumadığımız milyonlarca kitap varken okumadığın kitap kaldı mı” diye sormak en azından bu güzelim kitapları yazanlara hakarettir” dedikten sonra arkadaşımıza bir kitap hediye edip gönderdik.
Arkadaşımızı gönderdikten bilemediniz 15 dakika sonra gelen bir arkadaşımız “Sana pasta yada çikolata yerine kitap getirdim, umarım bana kızmazsın, senin okumayı çok sevdiğini bildiğim için en iyi hediye budur diye düşündüm, hadi söyle bakalım şimdi demli çayları” diye kitapları masanın üzerine bıraktığında en üstte Emine Işınsu’nun “Çiçekler Büyür” isimli eserini görünce anında 1976 yılına yani lise yıllarına gittiğimizi hatırlıyoruz.
Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Yüksek Lisans öğrencisi Abdullah Koçal yıllar sonra “Çiçekler Büyür “ile ilgili tez çalışmasında “Emine Işınsu’nun Azap Toprakları ve Çiçekler Büyür adlı romanlarında yakın dönemde Yunanistan ve Bulgaristan’da azınlık konumunda bulunan Türklerin devlet eliyle asimile edilmeye çalışılması ve buna direnen insanlara yapılan zulüm işlenmiştir. Bir imparatorluktan o topraklarda geriye kalan insanların kendileri olarak var olma mücadelesi Işınsu tarafından kaos dolu sayfalarla ortaya konmuştur. Her iki romanda da halkın dini ve milli değerlerini yıkmaya, yok etmeye çalışan devletlere, devlet görevlilerine karşı koymaya çalışan kadın-erkek, genç-ihtiyar Müslüman Türklerin direnişleri başarıya ulaşamamıştır. Henüz silahlı mücadeleye geçecek kadar kuvvet toplayamayan bilinçli insanlar pek çok kez devlet tarafından fark edilip öldürülmüşlerdir. Bu durum karşısında Batı Trakya’da yaşayan bazı Türkler, Türkiye’ye kaçmayı başarmışlardır. Bu insanların sayısı az olmakla beraber dini ve milli kimliklerini değiştirmelerine karşılık kendilerine can emniyeti tanınan ve geniş imkânlar verilen bazı karakterler de tamamen başkalaşmış, millî kimliklerini yitirmişlerdir.” yaşananları çok net bir şekilde gözlerimizin önüne seriyordu.
Bir kaç kez daha bu sütunlarda belirtmiştik, Lise yıllarımızda Türkçe öğretmenimiz dersinin son 10 dakikasında daha önceden hazırladığı kitapları getirir bize verir “Hadi bakalım Sayın Ercan başla okumaya” talimatı verirdi. İşte biz Çiçekler Büyür romanının kahramanları İlay ve Mehmet Ali’yi daha o günlerde tanımıştık.
Bulgaristan'da yaşayan Türkler'in yaşadığı zorluklar, maruz kaldıkları baskılar ve yaşadıkları zulümlerin konu alındığı bir eser... Bu kargaşa içinde iki aşık: İlay ve Mehmet Ali. Birisi kendi milliyeti, dili ve dini uğruna her şeyden vazgeçebilecekken; diğeri fayda uğruna tüm benliğini silip atabiliyor.
Bir kadın, bütün bu kargaşa ve zulüm içerisinde ne kadar direnebilir? Ne kadar mücadele edebilir?
Bir kardelen çiçeğine benzetmişti Mehmet Ali, İlay'ı... Üzerindeki bütün ağırlığa rağmen karı delip yine de güneşe çıkabildiği için. Fakat narin ve zayıf, her an başı ezilebilir.
Fakat olsun, ne kadar ezilseler de Her yıl çiçekler yeniden büyür...
"Akçabardağım, ak çiçeğim, birtanem!"
"Seni çok seviyorum Mehmet Ali!" diye başlıyor kitap ve o sevdanın toprağa gömülmesiyle son buluyor.
Aşkı ile ülküsünü birbirinden ayırabildiğini ve ikisi için de ayrı ayrı ölebileceğini söyleyen akçabardak misali İlay...
Kendi çıkarı için akçabardağını heba eden Mehmet Ali ya da hiçbir zaman benliğini Mehmet Ali'ye ait hissedemeyen Peter Jivkof...
Dededen toruna geçen Türkçülüğü, Türk'ün asimile oluşunu ama yine de davasına birilerinin sahip çıkışını anlatıyordu kitap. Ülkü uğranda ölenleri ve o ölümlerin bir manası olduğuna dikkat çekiyordu. Çiçekler Büyür, Akçabardaklar her yıl karın altından yeniden baş gösteriyordu, tıpkı şehitlerin uğruna can verdikleri yolda birilerinin her zaman var olacağı gibi.
Burada Atsız’ın "Toprak ana uyuturken koynunda bizi / Yarınkiler biçecektir ektiğimizi / Yeşermesi ektiğimiz her bir tohum haktır / İşte o gün ruhlarımız şad olacaktır!" şeklindeki dizeleri geliyor aklımıza, Gençlik yıllarımızı hatırlıyoruz.
Okuyanlar bilir Son 4 sayfaya gelindiği zaman kitabın nasıl biteceğini az çok tahmin edilebilir. Son sayfaya gelindiğinde ise insan dizlerinin titremesine engel olmıyor. O nasıl bir sevdaydı İlay? Ona olan sevgin için "Deniz gibi..." diyordu Mehmet Ali ve ekliyordu: "Deniz insanı boğar, bilirim."
İlay, ülküsü uğruna mı can verdi aşkı uğruna mı? Buna ruhu ülküsü için, bedeni ise aşkı için diye cevap
Kitabı bize getiren arkadaşımıza bir anda "Bedenler, beyinler ve sevdalar bu toprağa gübre olabilir... Ve her yıl çiçekler yeniden büyür!"dediğimizi hatırlıyoruz.
Bilindiği gibi baş karakter İlay, her ne kadar anne babasından yeterli sevgi görmemiş olsa da dedesinin de etkisiyle kendi köklerine bağlı yetişmiş zeki bir kız. Kitapta kendi ve çevresindekilerin hayatına İlay'ın ağzından dahil oluyoruz.
Bulgaristan'daki Rus düşünme ve yönetim biçimlerinin etkisiyle insanların makine gibi yetiştirildiği, çalıştırıldığı ve düzendeki çarkın dönmesi için her türlü baskıyla kullanıldığı yıllara bir kez de İlay'ın -Mehmet Ali'nin akçabardağının- varlığıyla şahit oluyoruz. Elbette yazar kendi görüşlerini de hamurun içerisine ufak tefek yerleştiriyor ve o dönemdeki Türkiye'yi de eleştirmekten çekinmiyor, yazar zaten kendini kendinden soyutlayamayacağı için bu kaçınılmazdır.
Aşk hikayesi de bir hayli içli. Kavuşmalar, kavuşamamalar, farklılıklar, Kitabı okuduktan sonra bir kez daha yaşamları süresince baskıya maruz kalmış insanlar için hüzün doluyor insan. Hele bir de "sırf Türk milletine mensup olan insanların başına gelenleri" çarpıcı bir şekilde aradan nerede ise 40 yıl geçmesine rağmen yeninden okumuşken.
İyi ki kitaplar var….