Sanırım olan bitenin üstelik her alanda olan bitenin anlatılmasında anahtar kelime "değişim" olmalı... Öyle ki işlemediği, sızmadığı, en azından biçimsel olarak bile etkilemediği bir alan kaldı mı acaba değişimin?
Değişimin motoru olan zamanı geriye alıp geçen yüzyıla, 1980'lerin başına dönüyoruz... Türkiye'nin 2'nci Babıâli'si diye nitelenen Bursa'nın, kendi halinde bir kasabası olan Yenişehir'de muhabir kimliğiyle dolaşıyoruz. Toz toprak içindeki küçük ve daracık sokaklar, Arnavut kaldırımlı caddelere açılıyor. Zaman o denli ağır işliyor ki gün geçmek bilmiyor. Kasabanın kıyısındaki tarlalarda çalışanlar, akşam ezanı okunmadan evlerine dönüyorlar. Avuç içi kadar çarşı merkezindeki esnaf, dükkânlarını hava kararırken kapatıyorlar. Yemek sonrası kadın ve çocuklar televizyonu olan evlere, erkeklerse kahvelere doluşuyorlar. Televizyon ve gazeteler tek haber kaynağı.
"GAZETE YAZDIYSA DOĞRUDUR"
Bir olay, herkesin birbirini tanıdığı kasabanın kıyı mahallelerinde bile kısa sürede duyuluyor. Ancak, yine de gerçekte ne olup bittiğini öğrenmek için gazetede okumak gerekiyor. O günlerde, "Gazete yazdıysa doğrudur" diye bir inanış söz konusu.
Kasabada haftada bir gün, -salı günleri- yayımlanan gazeteyle, Bursa'dan gelen günlük gazeteler elden ele dolaşıyor. Salı günleri kurulan pazarda alışverişe çıktıklarında alışveriş torbalarında haftalık gazeteye yer açıyorlar. Pazara inen köylüler, köy kahvelerine bu gazeteyle günlük gazetelerden götürüyorlar. 1 hafta sonra salı günü kasabadan yenilerini getirinceye kadar bu gazeteler defalarca okunuyor.
Bursa'da yayımlanan günlük gazetelere haber toplayan muhabirlerin işiyse bugünün koşullarına göre oldukça güçlükler taşıyor. Olay yerine gitmek için araba bulmak, fotoğraf filmlerini ve haber metnini Bursa'ya, gazete merkezine zamanında ulaştırmak geleneksel gazeteciliğin güçlüklerinin başında geliyor.
Haber metnini daktiloda yazmamız, çektiğimiz filmleri karanlık odada -yoksa siyah bir örtü ya da paltomuzun içinde- kesip ışık almayan siyah kutulara yerleştirmemiz gerekiyor. Sonra daktiloda yazılmış haber metni ile film kutusunu bir zarfa koyup saat başı Bursa'ya hareket eden minibüslere teslim ediyoruz. Gazete merkezini arayıp minibüsün Santral Garaj'a (Bugünkü Kent Meydanı) ulaşacağı saati ve plakasını bildiriyoruz.
Muhabiri olduğumuz gazeteyi "ödemeli" arama ayrıcalığımız var. Yaptığımız kısacık görüşmenin bedeli gazeteye yazılıyor.
Haber zarfını, minibüs şoföründen gazetedeki bu işle görevli çocuklar teslim alıyorlar. Sonraki yıllar, birkaç büyük esnafın faks cihazlarıyla haber metinlerini geçiyoruz. Faks cihazını kullandığımız esnafla, gazete merkezinden gönderilen boş faks kâğıtları verip ödeşiyoruz.
Muhabirlerin rüyalarını pahalı markaların fotoğraf makineleriyle şeridini yırtıp delmeden haberini yazacağı iyi bir daktilo süslüyor. Fotoğraf makinelerinin dışındaki tüm ihtiyaç malzemeleri gazeteler tarafından gönderiliyor. Filmler, ataşlar, kalemler, faks kâğıtları, not defterleri ve daktilolar...
Gazete bürolarından yayılan daktilo şıkırtıları, bir haberin yazılmakta olduğunu bütün kasabaya belli ediyor. Yalnız ciddi bir sorun var... Silindiri kullanmaktan ötürü eskimiş olan şu daktiloların şeritlerinin yırtılması yok mu, adeta çileden çıkıyoruz. Daktiloya daha yeni taktığımız bir şeritle, daha birkaç gün kullanamadan boğuşmaya başlıyoruz. Genellikle, haberi bin bir güçlükle yazıp bitirdikten sonra elimiz yüzümüz tamirci çırakları gibi daktilo şeridinin boyasına bulanıyor. Elinde çantayla yılda bir kez ilçeye gelip tamir işlerini gören seyyar daktilo tamircilerinin yollarını gözlüyoruz.
Haberin sonraki günkü gazetenin hangi sayfasında, hangi büyüklükte çıkacağı çok önemli. Sabahın erken saatlerinde bayiden aldığımız, daha mürekkep kokusu üstündeki gazetenin sayfalarını büyük bir merak ve heyecanla karıştırılıyoruz. Haberi görüyor, inceliyor, hemen ardından bugün yapılacak haberlerin peşine düşüyoruz.
MUHABİRE İMKÂNSIZ
DİYE BİR ŞEY YOKTUR
Muhabirlikte, olanaksız diye bir şey olmadığı öğretilmişti bizlere... Haberin konusunu oluşturan fotoğrafın çekilmesinden, haber metnine girecek bilgilerin edinilmesine, sonrasında o fotoğraf ve bilgilerin merkeze ulaştırılmasına değin tüm aşamalarda bizleri hiçbir güçlük durduramazdı. Adeta insanüstü bir çaba harcardık. Gerekirse 20 kilometre yol yürür, orman yangınlarında alevlerin içine dalar, sıfırın altında 15 derece soğukta saatlerce bekler yine de yılgınlığa düşmezdik. Sözgelimi, şiddetli bastıran kış fotoğraflarını, kardan kapanmış Yenişehir-Bursa yolunu aşarak gazete merkezine kendimiz ulaştırırdık. Yazı İşleri'ne, "Yollar kapalı, arabalar yürümüyor" dediğimizde, alacağımız yanıtı baştan bilirdik:
"Gerekirse kurda kuşa yem olun, ama filmleri getirin!"
1984'te yerel seçimlerin sonrasında ilk fotoğraf makinesine kavuşmuş ve muhabirlik heyecanıyla tanışmıştım. Muhabirler olarak, ağır ve hantal yapısıyla fotoğraf makinelerimiz ve bizlere sabrı öğreten daktilolarımızdan bir gün gelip vazgeçmek zorunda kalacağımızı hiç aklımıza getirmemiştik. Günlerin, ayların, yılların bu kadar çabuk, hatta bu kadar sinsice akıp gideceğini nereden bilebilirdik. Gerçekte, bu akış içinde koşulların bu denli değişeceğini öngöremezdik.
90'ların başlarında yurtdışından büyük paralar ödenerek getirilen, bugün hızları ve kapasiteleriyle gülünç gelen bilgisayarlar tek tük işyerlerinde kullanılmaya başlandığında, gün geçtikçe hızla gelişeceklerini, öyle ki geliştikçe birer değişim canavarına dönüşeceklerini hayal bile edemezdik. Bir kere büyüklerimizin anlattığı masal canavarlarına hiç benzemiyorlardı. Masal canavarları gerçek değil ama sahiciydi. Değişim canavarları ise sahici değil ama gerçektiler.
Milenyum çağının, 2000'lerin başlarında piyasaya çıkan filmsiz makineler, yani dijital fotoğraf makinelerine her ne kadar küçümser bir tavırla baksak da bir şeylerin sonuna gelinmekte olduğunu sezer gibiydik. Giderek yaygınlaşan bilgisayarlara kablo bağlantısıyla aktarılan fotoğraflar, her ne kadar soyut gibi görünse de muhabirliğin 80 ve 90'lardaki altın yılları bir daha dönmemek üzere kasabadan ayrılıyordu.
Yazılı basın, tüm dünyayı etkisi altına alan iletişim teknolojileri devriminin olanaklarını bir süreliğine kendi lehine çevirmeyi başarabildi. Gazetecilik yeni yatırımlarla hem kolaylaştı, hem baskı kalitesinde artış sağlandı. Yazı ve görseller, geçen yıllar içinde çok daha kolaylıkla işlenir, çok daha kolaylıkla gazete merkezlerine ulaştırılabilir oldu. İnternet teknolojisinin girmediği mekân kalmadı. İsteyen herkes kendi web sitesini kurmaya, burada yazı ve fotoğraflar yayınlamaya başladı. Çevremizde, "vivivi" diye başlayan sözlerle, kendi internet sitesi adreslerini verenlerden geçilmiyordu.
Canavarlar her yerdeydi. Sonrasında sosyal medyadaki paylaşım siteleri ilgi odağı oldu ve internet sitelerinin önüne geçti. Bugün, paylaşım sitelerinden yazı, fotoğraf ve video görüntüleri paylaşılıyor. Üstelik, cep telefonlarıyla canlı yayın olanağı da var.
Muhabirlik altın çağını da tamamladı. Artık her şey o denli kolaylaştı ki yaşamın her alanında bu doğrultudaki değişim, seçenek ve alışkanlıklarımızı değiştirdi. Değişim canavarlarının sinsiliği hâlâ üzerlerinde. Baksanıza, gelecekte neler yapabileceklerini bugün bile kestirebilen kimse yok.